Oya Kotan | 7.03.2019
Yıl 1994… İnsanlık kişisel iletişim aracı olarak cep telefonu ile yeni tanışıyor. Koca koca telefonları alıp ceplerimize koyduğumuz ve bize ait iletişim araçlarını gittiğimiz her yere götürmeye başladığımız yıllar. Ardından internet… Daha ne olduğunu anlamadan, dünyanın öbür ucunda tanımadığımız yabancılarla büyük bir heyecanla chat yapmaya başlıyoruz. Sonra cep telefonu ve internetin entegrasyonu ile oluşan akıllı telefonlar, yeni bağımlılığımız oluyor. Bugün geldiğimiz noktada, havada uçuşan yüzlerce mail, gözlerimizi alamadığımız sanal ekranlar, hayatımızın artık vazgeçilmezi. Tabi iletişim alanındaki tüm bu gelişmeler, insan yaşamında da önemli değişimleri beraberinde getiriyor. Her şeyden önce insan ilişkilerinin, bilginin paylaşımının şekli değişti. Coğrafi, fiziksel ve ekonomik engelleri ortadan kaldırarak, istediğimiz an, istediğimiz bilgiye ulaşabilmemiz, bilgiye kendi fikirlerimizi katarak geri bildirimde bulunmamıza imkan verdi, ki bunun pozitif durumlar yarattığı yadsınamaz. Ama beraberinde bizleri gerçek yaşamdan soyutlamaya ve bizleri asosyal hale getirmeye başladığını da görmek lazım.
Sanal ortamda geçirdiğimiz vakit ve bunu nasıl ve ne şekilde değerlendirdiğimiz aslında konunun ana eksenini oluşturuyor. Ünlü Fransız düşünür ve sosyolog Jean Baudrillard’ın bunu çok iyi özetlediği bir sözü var: “Sanal; gerçek dünyayı, salt gerçekliğe uygun bir şekilde kusursuz olarak yeniden üretmekte ve böylelikle gerçekliğe son vermektedir.”
Sosyologlar, sosyoloji uzmanları ve psikologlar, kent yaşamının da etkisiyle insanın yakın çevresindeki ilişkilerden giderek uzaklaştığını ortaya koyarken, sosyal medyanın bunu daha da derinleştirdiği ve yüz yüze ilişkileri daha da azalttığı görüşünde. Yüz yüze iletişimden yoksun bireylerin git gide daha yalnız ve daha içe dönük bir psikolojiye büründüklerine işaret ediliyor. Yine ABD’de yaşanan boşanmaların dahi üçte birinin, internet bağımlılığından kaynaklandığı ortaya konuyor.
Sosyal medya alanlarında yaratılan sanal dünyanın, gerçek hayatta bir karşılığının olmaması, sanal dünyanın geniş olanaklarıyla yaratılan bağımlılık, özellikle gençler için bir tehdit olarak karşımıza çıkıyor. Öğrenciler üzerinde yapılan araştırmalar, sosyal medyanın gerçek hayattaki konsantrasyonu ve motivasyonu düşürürken, akademik anlamda başarısızlığa yol açtığı ve sosyal ilişkilere zarar verdiğini ortaya koyuyor. Sanal dünya bağımlılığı, beraberinde kötü alışkanlıklar yarattığı gibi; yeme içme bozukluğu, uyku bozukluğu, mutsuzluk, depresyon, sosyal hayattan kopuş, obezite gibi fiziksel, ruhsal, biyolojik bozukluklara da davetiye çıkarıyor.
Dijital sosyalleşmenin insanın ufku için sonsuz bir deneyim sunduğu muhakkak. Ama asıl gerçekliğin soluduğumuz hava, yediğimiz yemek, içtiğimiz su, dokunduğumuz yaşamlar olduğunu da unutmamak gerekiyor. Uzmanlar, internet bağımlılığın oluşmaması için burada kurulacak dengeye dikkat çekiyorlar. Bunun ailemizle, arkadaşlarımızla, iş çevremizle daha sağlıklı bir ilişkinin yanı sıra, daha kaliteli bir yaşam için de önemli olacağını ifade ediyorlar.
Psikiyatristler, dengeli, verimli, faydalı ve kararında kullanıldığı sürece sosyal medyanın olumsuz etkilerinin minimize edilebileceğini savunuyor. Püf noktalardan biri gerçeğe sırt çevirmede değil, sanalı gerçeğe yaklaştırmaktan geçiyor. Yüz yüze iletişimin insanın psiko-sosyal olarak gelişimine katkı sunmasının yanı sıra duyguları, düşüncelere besleyen, öğreten bir tarafı da var. Sinema, tiyatro, konser salonlarında yaşanan paylaşımlar, insana ruhsal olarak daha iyi hissettiriyor. Son söz olarak diyeceğimiz; her şeyin fazlası zarar. Dijital sosyalleşmenin de sınırını çizin!...
Kaynak
Reem Nöropsikiyatri Merkezi
Ege Üniversitesi, Psikolojik Danışma ve Rehberlik Birimi
www.ntv.com.tr
arsiv.salom.com.tr
ooofoffline.wordpress.com